Üniversite 2. sınıftaydım galiba. İlk defa bir dergi çıkaralım dediğimde. Nasıl bir dergi olacak, nasıl bir dergi olmalı diye uzun uzun tartışmıştık. Video kayıtları duruyor. Ara ara açıp izliyorum. Elbette ki dergiyi neşretmeyi başaramadık. O dergiyi yayınlayabilseydik Türk düşüncesinde bir çığır açabileceğimizi düşünüyorduk belki de. Olmadı. Üniversite üçüncü sınıftayken Mülkiye’den bir grup arkadaş Sefer diye bir dergi çıkarmaya muvaffak olduk. Dergiyi nasıl satacağız, nasıl dağıtacağız meselesi yüzünden isteyene bedava vermeye karar vermiştik. Mottosuna da “zengin ama gururlu bir genç vardı” dercesine biraz melodram Türk sineması kokan bir cümle yapıştırıvermiştik: “Fiyatı olan her şey ucuzdur.”
Üniversite üçüncü ve dördüncü sınıfta, oldukça yoğun bir okuma faaliyetine de giriştiğimizden olacak o dergiyle Siyasal’dan başlayarak büyük olmasa da orta ölçekli bir çevre (ve kendimize itiraf edemesek de ufak çaplı bir düşünsel devrim) oluşturabileceğimizi düşünmüştük. Çıkardığı dergiyi satamayan ve dağıtamayan adamlar büyük şeyler yazdıklarını ve 100-200 yüz yıllık meseleleri çözdüklerini zannediyorlardı. Maalesef kağıt ve matbaa fiyatları bir öğrenci grubu için epeyce pahalı oldukları için 5 ya da 6 sayı yayınlayabildik. İlk sayının kapağını hâlâ gülümseyerek hatırlıyorum. Elbette dergi kapandı.
Sonra Türkiye Yazarlar Birliği’nde yarı zamanlı çalışmaya başladım. Bana 1 aylık çalışmam karşılığında verdikleri ilk parayı hatırlıyorum. Benim için değerliydi. Zaten bir süre sonra Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde çalışmaya başlayınca TYB’de yarı zamanlı çalışmayı bıraktım. Ama yanlış hatırlamıyorsam 2011’de gerçekleşen Kongre’de yönetim kurulu üyesi yapıverdiler.
O arada da TYB yine bir dergi çıkarmaya başlamış, TYB Akademi diye. Serkan abi (Yorgancılar) önce onun yayın kuruluna almıştı beni. Ben bir derginin dünyayı değiştirebileceğine inandığım için, elimden geldiğince yardım etmeye gayret ediyordum. Yani bir dergi nasıl çıkarılır, nasıl dağıtılır, nasıl satılır, nasıl yazı bulunur. O ara bir şey oldu ve Serkan abinin TYB ile arası açıldı. Kendisinden bir takım bilgileri almak için işyerine ziyarete gittiğimde birkaç bir şey söyleyip “Önercim, bu dergi sana doğru geliyor” demişti. Hakikaten yanlış hatırlamıyorsam üçüncü sayısında Genel Yayın Yönetmeni olarak adım yazıyordum.
Yedinci ya da sekizinci sayısına kadar çıkardım o dergiyi ama bir noktada TYB’nin yapmak istediğiyle benim yapmak istediğim farklılaşıyordu. TYB bence aynı zamanda kurum için ekonomik gelir de yaratabilecek bir şey arayışındaydı. Bana yapmak istedikleri şey kuru, sığ ve Türk düşünce dünyasına hiçbir katkı sağlamayacak bir girişim gibi gelmeye başlamıştı. Derginin yayın yönetmenliğini bıraktığım sayının sunuşunda Afyon Kocatepe Üniversitesi’ne geçişim ile birlikte artık zaman ayıramıyor olmam gerekçe olarak yazılmıştır ama hakikat farklıdır. Neticede TYB Akademi gelinen noktada Türk düşünce dünyası açısından hiçbir şey ifade etmiyor. Onun yayın yönetmenliğini yapan ben de elbette. Belki bu bâbda söylenecek başkaca şeyler de vardır ama belki daha sonra.
TYB Akademi’yi bıraktım çünkü o sırada, hiç unutmuyorum Yasin hocayla Moritanya seyahatimizde Yasin hoca bana “Gel Tezkire’yi çıkaralım, sen tek sorumlusu ol, hiçbir işine karışılmayacak” gibi karşı konulmaz bir teklifle gelmişti. Tezkire bir önceki dönem yayın çizgisiyle benim o sırada düşündüğüm bir dergi değildi ama Türk düşünce dünyasındaki değeri ve ismi TYB Akademi ile kıyas kabul etmez ağırlıktaydı. Tezkire, islâmcıların ama entelektüel islâmcıların dergisiydi. Ben iyi bir islâmcı değildim. Hiçbir zaman istikrarlı bir ülkücü ya da sağcı da olmadım. Belki 2009’da 1915 olayları üzerine hazırladığım seminer ödevinden beri İttihatçıyım denilebilir. Ama galiba hepsinin kesiştiği yerdeki ortalama Türk okumuş yazmışının standart tiplerinden birisiydim.
Gençliğin verdiği heyecan da var tabii. Ben bu dergiyi alırım, biraz daha milliyetçi / millici bir çizgiye çekerim diye düşündüm. İslâmcılık tasnifi o sıralar bana, okumalarımın eksikliğinden de diyebilirsiniz dönemin siyasal konjonktüründen de, o kadar da itici gelmiyordu. Meseleyi şöyle analiz etmiştim bir arkadaşımla beni eleştirdiğinde: “Kardeşim neticede dinimizden bıkmış da değiliz.” Orada ayırdını yapmam gereken, o dönemde yapmam gereken kalın mı kalın bir çizgi olduğunu birkaç sene sonra anladım.
O dönem Yenişafak’ta kültür-sanat sayfasını hazırlayan arkadaşımıza yazılı olarak e-posta ile verdiğim bir mülakat vardır Tezkire Yayınlarının genel yayın yönetmeni olarak. Bana sorulan sorulara verdiğim cevaplarda Tezkire’nin özellikle Türkiye’yi merkez alan, Türk düşüncesine katkıyı merkez alan bir yerden meseleye odaklanacağını söylediğim. O cevaplar yayınlanan haberde kullanılmamıştır. Bir de Tezkire’yi İslamcılığa dair ve İslamcılığa ait bir yayın olmaktan kurtarmak için kurduğum cümleler. Onlar da yayında sadece İslâmcılığın bitip bitmediği tartışmasına verdiğim, Türkiye’de düşünce üretiminin İslamcılığın bitip bitmediği noktasına sıkıştırılamayacağı ve sorunun tüm entelektüellerin sorunu olduğunu söylediğim.
Tezkire’nin benim yayın yönetmenliğimde çıkan yaklaşık 15 sayısına bakıldığında ne yapmaya çalıştığım belki biraz anlaşılabilir diye düşünüyorum. Mesela 1 ila 47. sayılar arasında neşredilen Tezkire dergisi için Hürriyet’in ilânı bir mesele olmamıştır hiçbir zaman. Ben 110. Yılı anısına bir sayı neşrettim. Hem de sayıyı Dr. Mustafa Çalık’a ithaf ederek.
Kemal Tahir ve İdris Küçükömer’e temas eden birkaç yazı vardır Tezkire’de geçmiş yıllarda ama yayın kurulunun müstakil bir Kemal Tahir, müstakil bir Cemil Meriç sayısı yapmayı hiç düşünmediğini zannediyorum. Bunlar ben Tezkire ile uğraşırken neşredilmiş sayılardır. Bazı sayılar daha nitelikli bazı sayılar daha vasattır. Ama yapmaya çalıştığım şeyi Tezkire’de bana sağlanan alanda yapmayı denediğimi söyleyebilirim.
İlk zamanlar çok farkedilmese de sonraya doğru Tezkire’nin konumlanışı hakkında bir varsayımı ya da geçmiş konumlanması dolayısıyla bir sahiplenişi olan okuyucu kitlesi ile derginin yayını arasında bir kopukluk ortaya çıkmaya başladı. Birincisi, derginin geçmiş bagajı dolayısıyla, Zizek olmazsa Türkiye’nin meselelerini halledemeyeceğini, çözümleyemeyeceğini zanneden bir dünya akademisyen teoriden uzaklaşan derginin ne yapmaya çalıştığını anlamlandıramadı. İkincisi belki de en önemlisi dergi Yasin Aktay ile eş anlamlı hâle gelmişti. O’nun siyasal performansı ve konumlanışları derginin yayını hakkında bir karine kabul ediliyordu. Dergiyi okumadan fikir beyan edenlerin sayısı artmaya başlamıştı. Zannediyorlardı ki Tezkire dergisi iktidarın eteğinde ve ekseninde yayın gerçekleştiriyor. Hiç unutmuyorum bir keresinde bir akademisyen arkadaşımız Soma’da meydana gelen maden kazası dolayısıyla “Tezkire bu konuda hiçbir şey söylemeyecek mi?” demişti. Hâlbuki o sayının sunuş yazısını ben bizzat yazmıştım. Başlığı da, yanlış hatırlamıyorsam, “Havada kekremsi bir koku var” idi.
Sonuncusu ve galiba bütün sebepleri çerçeveleyen husus ise artık kimsenin bu gibi neşriyatı takip etmiyor olması idi. Açık söylemek gerekirse 1970’lerin tarzı ve 1990’ların kalıplarıyla 2010’larda yayın yapmayı deniyorduk. Derginin takipçileri, okumasalar ya da okuma iştiyakı duymasalar da oralarda bir yerde bol bol Badiou, Bordieu, Faucault, Zizek göndermeleri yapan bir dergi var olsun istiyorlardı. Eh, bu noktada bir özeleştiri iyi gider. Ben de 2010’ların Türkiye Günlüğü dergisini yaratmaya çalışıyordum galiba. Neticede iki farklı perspektifi bir potada eritemedik.
Yeri gelmişken bir hususu, bir hakkı teslim etmek adına, altını kalınca çizerek ifadelendirmek iktiza ediyor. Prof. Dr. Yasin Aktay, yani Yasin Hoca ahdimize aykırı tek bir hareket bile etmedi. Derginin yayınına karışmadı. İkinci Meşrutiyet sayısı dahil hiçbir sayı hakkında bana tek kelime kötü laf, gönül koyacağım bir şey demedi. Az şey değildir bu. Kurduğumuz yayın evinin de bütün içeriğini ben belirledim. İlk zamanlar belki birkaç kitabı yayınlamayabilirdik. Katalog genişlesin diye bastığımız kitaplar olmuştur demek istediğim. Ama yayınla alakalı hiçbir meselede bana karışmadı. Ara sıra, eski Tezkire’den yol arkadaşlarının kurduğu cümleleri olanca kibarlığı ile bana yansıtmayı denedi zannediyorum. Ama o kadar.
Gelgelelim, az evvel anlatmayı denediğim gibi, ortaya çıkan yapmaya çalıştığım şeyden çok farklıydı. Şimdiden bakınca, eh biraz da modası geçmişti. Teşbihte hata olmaz “Müslüman mahallesinde salyangoz satmayı” denedim. Olamayacağını anladığımda bir başka dergi çıkarayım dedim.
25 sayı süren Türkiye Notları macerası böyle başladı. Türkiye Notları’nda yapmayı düşündüğüm şeyi büyük ölçüde yaptım zannediyorum. Belli başlı konularda ciddi tartışmalar yapabilmeyi başardık. Birkaç tane makale vardır ki Türkiye’de el yüzü düzgün birçok dergide o kır’atta makaleye rastlamak zordur. Kurtuluş Kayalı hocam derginin en velud ve en istikrarlı yazarı olabilmiştir. Bu az şey midir? Ama Türkiye’de düşüncenin gündemini elbette belirleyemedik. Yani mânen tatmin olma imkânı ve ihtimali belirmedi.
Gelgelelim dergi neşretmek, yayın yapmak olağanüstü zor ve maliyetli bir iş olmaya başladı. Derginin fiyatı 25 lira, aboneye gönderme bedeli 20 lira. Ebuzer Demirci çok omuz verdi sağ olsun ama, diğer arakdaşlarım kızmasınlar, pek bir şey yapmadılar. Eh, aslında bizim gibi memleketlerde dergi de zaten iki üç kişiyle çıkarılır. Hele hele sağda, o uzun uzun paylaşılan yayın ve danışma kurulları lâf-ı güzaftan ileri gitmez. Yaşadım, tecrübe ettim de konuşuyorum… Bir şirketin, ekonomik kaygısı olmayan bir parçası ise o ayrı tabii. Ama bütün meseleyi sadece iki kişinin idare etmesi de zordur.
O sebeple Türkiye Notları’nı bu haliyle tatile çıkarmaya karar verdim. Kapatıyor muyuz, hayır. Belki biçim değiştirebiliriz. 6 ayda bir yayınlanan bir akademik Türk düşüncesi dergisi gibi mesela. O safhada da Mahmut Hakkı hocam omuz veriyor sağ olsun. Bakınıyoruz. Bu arada da dilim şiştiğinde böyle birkaç yazı paylaşırım buradan. Bu kadar uzun kelamı bu son cümleyi mümkün kılabilmek için ettim. Mesleki deformasyon herhalde.
Kalın sağlıcakla…