Türkiye’de akademide faaliyet yürüten kimselerin büyük kısmı susmayı bilmeyen, konuşmayı pek seven kimselerdir. Ağzından dirhemle laf çıkanları da vardır elbette ama onlar zannediyorum azınlıktadır. Bu mesleki deformasyon da olabilir. Ancak bu konuşmayı seven zevatın yine önemli bir kısmı aynı zamanda belli bir konuda derinleşememiş, birçok konuda abur cubur diye niteleyebileceğimiz epeyce metni biraz düzensiz, biraz bilinçsiz okumuş; dolayısıyla her konuda ahkâm kesme kabiliyetine sahiplerdir. Dolayısıyla televizyon dünyasında da pek sık görünürler. Televizyonlar da onların boşboğazlığına bir bakıma muhtaçtır.
Akademisyen zât kendisine yöneltilen birbiriyle alakasız birkaç soruya, yayının durumuna ve formatına göre, bir biçimde cevap vermeyi başarabilen kimsedir.
Bir zamanlar bir düşünce kuruluşunda çalışırken ağzım iyi laf yapıyor diye televizyon kanallarına gönderilirdim. Genellikle gündüz kuşağındaki programlarda günün sıcak gelişmesi ne ise o konuda 20 ya da 25 dakika ahkâm keserdim. O vakitler Arap Baharı ortalığı kasıp kavuruyor. Her saat yeni bir gelişme.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin kütüphanesini mesken tutmuşuz. Onur Bayrak orada çalışıyor. Biz de onunla zaman geçiriyoruz. Bir gün Murat Ali Demir ve Mustafa Bilgin üşenmeyip çıktığım televizyon programlarını izleyip incelemişler. Şimdi yok galiba, o zaman TV Arşivi diye bir portal vardı, kanalların yayınlarını geçmişe dönük izleyebiliyordunuz.
Yayından dönünce dediler ki: “Abi biz senin bütün yayınlarını inceledik, aslında her yayında aynı şeyi söylüyorsun.”
Haklıydılar bir tarafıyla ama o zaman merceği bütünüyle bana yönelttikleri için önemli bir ayrıntıyı kaçırmışlardı. Bütün yayınlar birbirine benziyordu evet çünkü bütün sorular, olaylar farklı olsa da, birbirinin aynısıydı. Örneğin Hüsnü Mübarek devrildiğinde de Kaddafi bir lağım borusunun içinde yakalanıp linç edildiğinde de üç aşağı beş yukarı aynı sorular geliyordu: “Amerika’nın tavrı ne olur?, İran ne yapar? Türkiye nasıl etkilenir?” Bunlara nasıl, belki daha doğru bir ifadeyle “ne kadar” farklı cevap verilebilirdi ki?
Ama işin özünde haklıydılar. Zira ben, o vakitler daha doktor olup kutsanmamışım, o gün o saat aralığında televizyon yayınını dolduracak lorem ipsum’dan başka bir şey değildim. Ne dediğim çok da anlam taşımıyordu onlar ya da idare edenler için. Ama yukarıdaki tarifim çerçevesinde “iyi bir akademisyen” olacağım o günden belliydi bazılarına göre.
Daha tecrübeli bir hocamız bir gün yayın performansındaki sırrını şöyle açıklamıştı bana, Gol Kralı filmindeki Duvar Ahmet’in Sait Sarıoğlu’na karşısındaki zehir mi zehir santrforu nasıl etkisiz hâle getireceğini anlattığı sahnedeki gibi, nasihat kabilinden: “Önercim, baktın ki karşındaki sana bilmediğin bir meseleden soru soruyor. Onun sorduğu soruya cevap verir gibi yapıp meseleyi kendi bildiğin yere getireceksin. Oradan yürür gidersin.”
Bütün bu sürecin korkunç bir vakit kaybı ve tahrip edici olduğunu anladığım gün bıraktım gidip gelmeyi.
Yanlış anlaşılmasın, son dönemin moda akademisyen hastalığı TV ekranlarının yüzü hâline dönüşmüş akademisyenleri eleştirmek, hor görmek gibi duygularla yazmadım bunları. Çünkü kendimi onlardan ayırt ederek yazmıyorum. Zira Türk akademisyeninin en belirgin vasfıdır bu, her konuyu en iyi bilen olmak ve her konuda ahkâm kesebiliyor olmak. Çünkü Türk akademisyeni akademik performansıyla değil akademiden kazandığı unvanların onu götüreceği yer ile ilgilenir. Bu vaziyet sağda da solda da böyledir. Değişmez.
Akademiye duhul edeceğil ilk zamanlar, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden bir abimiz beni karşısına alıp şöyle demişti: “Önercim akademisyenlik iyidir. Bak, benimle aynı dönemden mezun birçok arkadaş gittiler hesap uzmanı falan oldular. Ben akademisyen oldum. Aldığım maaş düşüktü falan ama ne olacak şimdi, ben onların amiri olarak geri döneceğim.”
Şimdilerde birçok kanalda muhalif kimliğiyle arzı endam eden bir başka akademisyen arkadaşımız ise birkaç yıl evvel Ankara’da bir kafedeki sohbetimiz esnasında 15 Temmuz için “Valla o gece hiç de bir şey yapmadım. Bir saatten sonra da uyudum. Nasıl yaptılarsa öyle temizlesinler dedim” gibi bir cümle kurmuştu. Bu cümle aslında tarih, siyaset bilimi, sosyolojinin kesiştiği alanda akademik faaliyet yürüten ya da yürüttüğünü iddia eden birisinin en azından ülkesindeki, hem de şahit olma bahtiyarlığını yaşayabileceği, tarihsel bir meseleye karşı ne kadar duyarsız kalabileceğini göstermesi bakımından önemliydi benim için.
Memleketimin sağından ve solundan iki farklı akademisyenin iki farklı gibi görünen ama aynı frekanstaki cümlesidir bu ikisi bana kalırsa. Çünkü akademisyenlik bizim memleketimizde biraz da şöhret beklentisi ve zeminidir. O yüzden televizyonlara her gün katılan akademisyenlere sürekli laf sokuşturma derdindeki akademisyen “arkadaşlarının” esas derdi “Neden o çıkıyor da ben çıkamıyorum?” şeklindeki, onlar açısından can yakıcı soruya verdikleri ya da veremedikleri cevaptır. Ve nihayetinde bazıları için bu sancılı yolun sonu sağdan ya da soldan fark etmez, parti meclisi üyeliği, MKYK üyeliği, milletvekilliği, grup başkan vekilliği ve nihayetinde bakanlıktır. Okuduğu dört tane kitapla en iyisini onun bildiğini düşünerek ya da düşündürülerek yetiştirilmiş canlının hikâyesidir bu.
Dediğim gibi, en başından beri kendimi ayırt etmeden yazıyorum. Kendime itiraf edebildiklerim de var edemediklerim de. Düzelttiklerim de var düzeltemediklerim de. Ama bildiğim, daha doğrusu yerinde bir tespit olduğuna gönülden iştirak ettiğim bir Yalçın Küçük cümlesi vardır “ün gecekondu kızlarının tutkusudur” diye. Bu cümlede ufak bir tahribat yapıp “gecekondu akademisyenlerin tutkusudur” yapmakta bir beis yok zannederim… İsteyene mübarek olsun. Bu arada genellemelerle ilerlediğimin herkes farkındadır umarım. Bu büyük yekûnun dışında kalan çok kimse var da onlar bizim meselemiz değil.
Türk akademisyeninin bir başka ayırt edici ve ironik vasfı olan güç tapıncını da bir başka vesileyle ele alırız. Yani Ekrem İmamoğlu’na tapınma ayinlerine, attığı her adımda ve yaptığı tuvalette boncuk arama eylemlerine söyleyecek birkaç laf hazırladım, zulaya koydum saklıyorum. Yeri ve zamanı gelince bohçayı açarız.