Türkiye’de sol / sosyalist hareketlerde Kemalist bir öz bulunduğuna ilişkin özellikle sağ diye tavsif edebileceğimiz çevrelerde yaygın bir kanaat vardır. Sol söylem ne kadar marjinalleşirse marjinalleşsin, Kemalizm eleştirisini ne kadar koyultursa koyultsun Kemalist olma ithamından kurtulduğu söylenemez. Hatta okuryazarlık oranı düştükçe (burada son mezun olunan okuldan değil aktif okuryazarlıktan bahsedilmektedir) komünizm ve Kemalizm’i birbiriyle eşitleme durumlarına da sıkça rastlanmaktadır. CHP’nin Kemalizm tecrübesinin yükünü sırtlanmış olmasının yarattığı ontolojik zafiyetle birlikte CHP ile solu, sosyalizmi (ve hatta komünizmi) bir tutma tavrının etkisi bugün CHP’nin hâlâ aşamadığı sorunların başında gelmektedir. Burada düşüncenin ele alınması bâbında abartılı bir durum olduğu muhakkak. Ve fakat Kemalizm ve solun fırtınalı bir birliktelik yaşamadıklarını söylemek de mümkün değil. Bir başka deyişle sol kendisini Kemalizm’den ari kılma konusunda bir taraftan ciddi bir gayret gösterirken diğer taraftan “acaba” sorusunu sormaya ve buna göre konumlanmaya devam ediyor.
Bu durumu, ultra Kemalistler diye bir dönem aşağılanan, bugünlerde bir ayrımı mümkün ve meşru kılabilmek için sağ Kemalizm’in temsilcileri olarak kodlanan Aydınlık grubu dışında çok farklı mecralarda tespit etmek mümkün. Elbette Kemalizm’e eleştirel yaklaşmayı sürdüren bir kesim var ama kitle desteğini önemseyen, muhalefetin kitleselleşmesi için strateji arayışı içerisinde olan kesimlerde “Kemalizm’e çok haksızlık ettik galiba” psikolojisinin yaygınlaşmaya başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun bir adım daha ilerisinde Kemalizm’le ittifak arayışlarının dillendirilmesi, Kemalist partinin “demokratik” muhalefete önderlik etmesi beklentisi var. Demokratik ibaresinin Kürt hareketini de içselleştirmese bile çok fazla itmeyen bir siyasallığa isabet ettiğini söyleyebiliriz. Bunu mümkün kılabilmek için Kemalizm eleştirisinden inhiraf etmek, en azından onu yumuşatıp tüm kötülüklerin anası aşırılığından çıkmak gerekiyordu. Bir çeşit özeleştiri verme sürecinden bahsediyoruz kısacası. Bu sadette tipik örnek İlker Aytürk’ün “post-post Kemalizm” önermesi. Sonrasında benzer kanaatleri farklı biçimlerde başka kimseler de dillendirdi.
Bu dillendirmelerin bir kısmına yayın yönetmeni olduğu derginin sayfalarını açan Tanıl Bora’nın Cereyanlar kitabını okuduğumda dikkatimi çeken hususlardan birisi kitabın Kemalizm’e beklenmedik bir şekilde sempatik yaklaşıyor olmasıydı. Demek ki benzer kanaatler onun tarafından da paylaşılıyordu. Örneğin Dersim Olaylarından hiç bahsetmiyor olması, kendisinin oldukça hassas olduğu konulardan Kürtlere yaklaşımın mesele edilmemesi dikkat çeken ayrıntılardı. Ancak Türkiye’de solun 1960’lı yıllarını çalışan birisi olarak hassaten dikkatimi çeken Kemalizm’i sağ Kemalizm ve sol Kemalizm diye iki parçaya ayırmasıydı. Turhan Feyzioğlu’nun başını çektiği, CHP’de Ortanın Soluna muhalefet etmekten partiden kopmak zorunda kalan klik negatif bir biçimde kaleme alınırken sol Kemalizm daha mutedil, daha sempatik biçimde karşılanmaktaydı. Kitap yayınlandıktan sonra Güven Partisi (sonra Cumhuriyetçi Parti ile birleşip Cumhuriyetçi Güven Partisi olacak) bağlamında Turhan Feyzioğlu’ndan bahsettiği bir başka yazı yayınlayan Bora’nın kanaatleri benim açımdan biraz daha kristalize olmuştu. Temmuz ayı içerisinde Birikim dergisinin internet sitesinde yayınlanan “Kemalizm ve Eleştirinin Eleştirisi” başlıklı makale çemberi tamamlamış oldu.
Bora’nın yazısı üzerinde ayrıntılı durmayacağım. Şükrü Argın kadar cömert olmayan bir eleştiriyi Ayraçdergisinin Mayıs 2017 tarihli sayısında yayınlamıştım. Bu yazıda Bora’nın sadece Kemalizm’e daha sempatik bir pozisyona gelmesinden değil, sosyalist soldaki meseleleri ele almasındaki bir takım sorunlardan da bahsetmiştim. Dolayısıyla burada az evvel ifade ettiğim kapanan çemberin daha anlaşılır hâle gelmesini sağlayacak ufak dokunuşlar yapacağım. Bu vesileyle artık bir müddet Tanıl Bora ve Cereyanlar üzerine yazmayacağımı da ifade etmeliyim.
Oldukça Empresyonist Bir Tablo
Bora, Kemalizm konusunda üç temel noktaya temas ediyor. Bu noktaların tamamı Kemalizm’i “nezihleştirme” çabasının bir neticesi. İlk olarak Bora Kemalizm’i eleştirirken kullanılan kavramları, kıstasları sadece Kemalizm’e özgü olmaktan çıkarıp satha yaymaktan bahsediyor. Kastettiği satıh ise sağdır. Tanıl Bora ve arkadaşları sanki bugüne kadar sağı bu eleştiriden azade tutmuşlar da Bora son derece orijinal bir fikirle otaya çıkmış gibi konuşuyor. Türk sağını eleştirme konusunda indirgemeci olduklarını söyleseydi belki daha orijinal bir şey söylemiş olurdu. Çünkü Bora ve arkadaşlarına göre Türk sağının neredeyse her türlüsü zaten faşizmle mukayyet değil midir? Bu kolaycılıktan bir türlü beriye gelemedikleri için şimdi fotoğrafa baktıklarında “biz bu fotoğrafı iyi eleştirememişiz” demelerini doğal karşılamak gerekiyor. Kısacası aslında eleştiriden bir tatminsizliğin söz konusu olduğunu söylemek daha makul olabilirdi. Ama bu, özellikle Birikim çevresinin Kemalizm’e neden eleştirel bakmaması gerektiğini, en azından eleştiri düzeyinin azaltılması gerektiğini savunmak için oldukça cılız bir sebep.
İkinci ve buna bağlı fasıl birincisinden daha ilginç. “Kemalizm’e atfedilen arıza ve cürümlerin ne kadarı Kemalizm’e ait idi?” diye soruyor Bora. Burada kastedilen “tüm dünyada Hitler, Mussolini rejimleri yükselirken bizde de Kemalizm yükselmiş canım çok mu” nevinden bir şey mi tam anlaşılmıyor. Kemalizm’in kendisinin biricik bir şey olarak algılanmaması gerektiğine ilişkin ifadeleri böyle bir çağrışım yapıyor ama açık değil. Bora, Cereyanlar‘da Kemalizm’in faşist olmadığını kanıtlamak için bir dizi kuramsal tartışmaya giriyordu. Anlaşılabilir. Ama eğer Kemalizm faşist bir idare değilse neden tüm dünyada yükselen faşist idarelerin yarattığı siyasallığın Türkiye gibi çevrede kalan ülkelerde yarattığı edilgenliğin mazur görülebilirliğinden faydalansın? Haa, aklıma gelmişken, faşist İtalya’dan kopyalanan 1936 tarihli Ceza Kanununun 141 ve 142.maddelerini kader olarak değerlendirebilir miyiz acaba?
Dahası böyle bir kapı açıldığında şu cümleleri kurmak da mümkün olabilir: “Hitler rejimine atfedilen arıza ve cürümlerin ne kadarı Alman faşizmine mâl edilebilir?” Bu kısmın biraz daha sarih bir hâle gelmesini beklemek gerekiyor galiba. Ama açık olan boyutu Kemalizm’i bizim ezeli-ve ebedi devlet geleneğimizin bir maslahatı olarak ele aldığıdır. Sürecin doğal bir neticesi olarak değerlendirme ya da Tanıl Bora’nın raison d’etat’yı önemseme noktasına geldiğini mi söylemeliyiz acaba? Eğer bu durum Kemalizm’i eleştiriden azade kılacaksa aynı durum neden AK Parti’yi de eleştiriden muaflaştırmasın? Pekâlâ AK Parti tecrübesini de sürecin doğal bir neticesi olarak ele almak ve ezeli-ebedi devlet geleneğimizin bir maslahatı olarak ele almak mümkün.
Üçüncü fasıl Bora’ya göre en önemlisi. Bu yüzden doğrudan alıntı yapmakta fayda var.
Toptancılıktan kaçınmak. Tefrik edebilmek. Sözgelimi Falih Rıfkı’yla Hasan Âli Yücel’i, en azından Necip Fazıl’la Sezai Karakoç’u ayırt edebildiği kadar ayırt edebilmek. Sözgelimi Turan Güneş’le Turhan Feyzioğlu’nu ayırt edebilmek.
Bora’nın bu yaklaşımı bana Türkiye solunun nev’i şahsına münhasır bir başka kişisini hatırlattı. Bora’nın kendisini aynı çizgide zinhar değerlendirmeyeceği, aynı çizgide görmeye tahammül edemeyeceği bir figürü, Doğan Avcıoğlu’nu. Şöyle demişti bir yazısında
“Çağımızda tepeden inme gelenler burjuvalar ise rejimin adı faşizmdir. İlerici güçler ise rejimin adı herhalde faşizm değildir.”
Bora’nın tefrik etmek dediği şey aslında bir tür kendisine göre etiketlemekten, algıyı yeniden biçimlendirmekten ve bu yolla yeni bir cephe stratejisi geliştirmekten başka bir şey değil. Tıpkı Avcıoğlu’nun yaptığı gibi. Korkarım Bora’nın “haklılık yarıştırmaktan daha hayırlı olan tefrik”i Bora ve arkadaşlarını Avcıoğlu’nun vardığı yere götürecek. 50 yıl arayla aynı savrulmaları, aynı tartışmaları yaşamak; ne vahim.
Kemalizm’e Birikim eksenli yeni bir paket hazırlandığını, yeni bir sürümünün piyasaya sürüleceğini tahmin edebiliriz. Böyle bir çerçevede Taha Parla’nın yeri olmayacağı için onu bir başka yayınevine göndermenin gönül rahatlığı içerisinde yeni yazarları bünyeye katma arayışı bu paketin düşünsel arka planını da hazırlayacaktır. Mete Tunçay’ın olduğu bir yerde Sina Akşin belki biraz zor ve karikatür kaçabilir bu safhada. Dolayısıyla ben klasiklerden Şevket Süreyya Aydemir külliyatına talip olmalarını, daha entelektüel bir seviye olarak Niyazi Berkes’i zorlamalarını, hatırat dizisine de eğer varsa Muzaffer Karan’ın anılarını katmalarını öneririm.
Polemik bir yana, yazıya “bir sosyalizm restoratörü” gibi bir başlık koymayı düşünmüştüm. Böylelikle kendisini biraz daha iğnelemeyi planlamıştım. Bundan da rahatsız olmayacağını düşündüm. Zira Tanıl Bora, her ne kadar eleştirsem de, hem örnek aldığım bir editör, hem de bir Mülkiyeli. Ve fakat yazıya başladığımda metin her ne kadar Bora etrafında dönse de sosyalist solun geneline taalluk eden boyutları olduğunu fark ettim. Kemalizm sol için kurucu olmasa bile tamamlayıcı olma vasfını sürdürüyor. Böyle bir atmosferde sağın solu sürekli Kemalist olmakla itham etmesi kadar doğal başka ne olabilir? Dolayısıyla Bora’nın kanaatlerini en iyi bir Sezen Aksu şarkısı ile özetleyebileceğimi düşündüm: “Ne inkâr, ne itiraf.” Siz aynı şarkının “doymadım doyamadım sevmelere seni ben / kimseyi koyamadım yerine yeniden” kısmının daha açıklayıcı olduğunu düşünüyor olabilirsiniz, buna da itiraz etmem.