ÖNSÖZ
İnsanların birtakım kavramları anlamaları ve anlamlandırmaları kendi kişisel geçmişlerinden çok derin izler taşır. Milliyetçiliğe dair benim zihnimde canlılığını koruyan iki enstantane vardır. Bunlardan ilki talebelik yıllarıma aittir. Mülkiye’de lisans üçüncü sınıf ikinci dönemde ‘seminer’ adı verilen derste 1915 olayları üzerine 45-50 sayfalık bir ödev hazırlamıştım. Notumu verecek olan hoca, sunumumu gerçekleştirdikten sonra bana milliyetçi olup olmadığımı sordu. Ankara’ya geldiğinde arkadaş/abi olarak Nizam-ı Âlem Ocakları’ndaki mesaisi dolayısıyla lisans eğitimini tamamlayamamış Bülent Şipal’i, ev arkadaşı olarak Arif Erkul’u, Fatih Aktaş’ı, Zafer Bahadır Kaya’yı, nâm-ı diğer Zafer Başkan’ı ve sonuna “reis” sıfatı eklenmiş insanları tanımış birisi olarak “evet” deyince, nedendir bilinmez, kendisinin de Stalinist bir ailede yetiştiğini söyleme ihtiyacı hissetti ve milliyetçiliğe ilişkin birtakım görüşlerinden bahsetti. Elbette söylediklerinin hepsi olumsuz yargılar taşıyordu. O günkü bilgi ve deneyimimle söylediklerine cevap veremedim. Fakat bu olumsuz deneyim Türkiye Günlüğü dergisinde Mustafa Çalık’la tanışmamın önünü açan bir olaya vesile olmuş oldu.
İkinci enstantane ise bir Rumeli seyahatinden: Manastır’da, cesameti (!) türkülere konu olan çeşmeyi arayıp bulduğumuzda başında yaşını almış, ilaçlarını içmeye çalışan bir amca ile karşılaşmıştık. Çeşmenin bakımsızlığına söylenirken amcanın bizi dikkatle dinlediğini fark ettim. Konuşmak istediği belliydi, “Amca Türk müsün?” diye sorduğumda sağ elini göğsünün soluna doğru hafifçe bastırarak “elhamdülillah” dedi. İşte Türklük dediğimiz fenomeni anlamak için başlanması gereken yeri bana gösteren, adını dahi bilmediğim bu amca olmuştur. Bu çalışmayı, ismini dahi bilmediğim, gâlip ihtimalle ne bu kitabı okuyacak ne de haberdar olacak bu has Türk’e ithaf ediyorum.
Mustafa Çalık’la ilk görüşmemizde söylediği Türk milliyetçiliğine ait dilin kabalıktan kurtulup daha sofistike hâle gelmesi gerektiği mealindeki cümlesini akademik hayatım boyunca çok önemsedim. Bu metin, milliyetçiliğe ait dilin arzulanan ve hak ettiği pozisyonu kazanması adına yapılmış okumaların bir özeti olarak düşünülebilir.
1990’larla birlikte tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de milliyetçilik üzerine literatürün hızla geliştiği gözlenir. Bunda küresel gelişmelerin etkisi olduğu kadar 12 Eylül rejiminin “Atatürk milliyetçiliği” adı altında dayattığı faşizan birtakım uygulamaların da etkisi vardır. Bu durum Türkiye’de bir taraftan milliyetçiliğe ilişkin eleştirel eğilimin akademi dünyasında kök salmasına sebep olurken diğer taraftan milliyetçi söylemin entelektüel kapasitesinin törpülenmesine yol açmıştır. Bütün bunlardan mütevellit Türk milliyetçiğinin siyasal görünürlüğü artmasına rağmen ters ivme ile ideolojik derinliğinin gittikçe sığlaşmasına tanık olmaktayız. Bu olgu ise refleksif boyutunun çok daha belirgin bir hâl almasına sebep olmuştur.
Elinizdeki metin yukarıda genel çerçevesi çizilmeye çalışılan çok temel bir mesele etrafındaki tartışmaları, meselenin tarihsel boyutunu ve teorileştirilme çabalarını ele almaktadır. Metnin amacı; milliyetçilik üzerine hem genel okuyucuya hem de araştırmacılara hitap edecek biçimde komprime bir çerçeve çizmektir.
Bu çalışmanın tamamlanması sürecinde teşekkürü borç bildiğim dostların başında Lütfi Sunar’ı anmalıyım. Bu çalışmayı bana teklif eden, uzun bir metni gereği kadar kısaltmak ve daha organize hâle gelmesini sağlamak için oldukça çaba sarf eden, önerileriyle tartışmaların geliştirilmesine katkı sağlayan, her Beşiktaş maçı öncesi ağaçlı yolda yürürken ya da maç sonrası vapurla Üsküdar’a geçerken kitabın akıbetine dair sualleriyle beni galibiyetin sevincinden ya da mağlubiyetin hüznünden hızla çıkmaya zorlayıp gerçek gündemime dönmemi sağlayan Lütfi Sunar’a çok teşekkür ederim.
Çalışmanın ortaya çıkma sürecinde Mahmut Hakkı Akın, Yunus Şahbaz, Ali Zafer Sağıroğlu, Onur Bayrak, Abdullah Özçelik, Aytaç Yıldız, Bahattin Cizreli, Mesut Arslan ile yaptığımız tartışmalar, ufuk açıcı katkılar sağladı. Ebuzer Demirci, Türkiye Notları dergisine verdiği destekle omzumdan inanılmaz bir yük almakla kalmadı, ABD’deki master çalışması sürecinde karşılaştığı yeni makalelerden, kitaplardan beni haberdar ederek güncel tartışmaları takip edebilmemi de sağladı. Dünya durdukça yaşayası Kurtuluş Kayalı, bitmek bilmeyen enerjisi ve her seferinde hayrete düşüren hafızasıyla paha biçilmez bir destek verdi. Ali Gökhan Tuğ, her zamanki gibi ihtiyaç duyduğum bütün kaynakları -on beş yıla yakın tanışıklığımız ve dostluğumuzu söylemeden geçemeyeceğim- kendi işlerini öteleyerek tedarik etti. Aziz dostum Ahmet Burhan Koç’un ismini de bu bâbda anmalıyım. Kenan Çapık metnin son halini okuyarak önerilerde bulundu. Hepsine şükran borçluyum. Başım ne zaman sıkışsa, canım ne zaman sıkılsa aradığım abim, hemşehrim Erdal Arslan’ın desteğini anmadan geçmek kadirşinaslığa sığmaz, ömrü uzun olsun.
Son olarak kendilerine ayırmam gereken zamanın bir kısmını çalışmalarım için harcamamı anlayışla karşılayan Zeynep’e ve onunla oynamadığım için bana sürekli kızan ama annesi tarafından bir şekilde ikna edilen Nusret Enver’e şükran borçlu olduğumu ifade etmek isterim. Hatasız metin olmadığı şüphe götürmez; burada gözden kaçan ya da eksik kalan noktalardan elbette ki müellifi sorumludur.
09.02.2020
Keçiören